Yeditepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı ve İktisadi Kalkınma Vakfı (İKV) Başkanı Prof. Dr. Haluk Kabaalioğlu, zayıf bir Avrupa Birliği’nin (AB) Türkiye’nin çıkarına olmadığını belirterek, Türkiye’nin AB’deki yeni ekonomik yapılanma sürecine karşı yapıcı önerilerini gündeme getirmesi gerektiğini ve Türkiye’nin AB’nin rakibi değil, onunla ortak ekonomik ve siyasi çıkarları olan bir ülke olduğunu söyledi.
Can Girgiç
ELFA Avrupa Hukuk Fakülteleri Birliği Başkan yardımcısı da olan Dekan Prof. Dr. Kabaalioğlu, EurActiv Türkiye’ye yaptığı açıklamalarda AB’deki yeniden yapılanma sürecini, Türkiye’nin bu süreçteki konumunu ve son zamanlarda Avrupa Komisyonu’nun Türkiye’nin müzakere sürecindeki tıkanıklığa karşı ortaya koyduğu ‘pozitif gündem’ kavramını değerlendirdi.
Kabaalioğlu, 8-9 Aralık’ta gerçekleşen AB liderler zirvesinde alınan mali uyum kararlarına İngiltere’nin katılmamasını AB’nin geçmişine dayanan bir gelişme olduğunu, ileride bunun değişebileceğini belirterek AB düzeyinde alınan ortak kararların bir veya iki ülke ile sınırlı kalmaması halinde AB’nin ileriye doğru adım atamayacağını kaydetti.
Kabaalioğlu, Avrupa Komisyonu’nun Türkiye ile ilişkiler için ortaya koyduğu ‘pozitif gündemi’ de ‘ilişkilerin tamamen donmaması için bu şekilde bir formül yararlı’ bulmakla beraber, iki tarafın da enerjisini daha çok müzakere sürecini rayına sokmaya odaklamasının daha uygun olacağını ifade etti.
AB’nin, tüm politikaların tek bir çatı altında toplandığı bir yapıdan ziyade, farklı politikaların farklı ülke gruplarını kapsadığı bir çoklu yapılanma (İngiltere’siz mali birlik, Schengen’de sağlanamayan bütünlük, göçmen politikalarında istisna talepleri vb.) olma yolunda gittiği söylenebilir mi?
Avrupa Birliği bütünleşmesi 1980’li yılların sonundan başlayarak yeni politika alanlarını kapsamına almaya ve bu şekilde derinleşmeye hız vermiştir. Aynı süreç içinde AB’nin genişleme süreci de hız kazanmış ve 1986 itibarıyla 15 üyeli bir topluluk olan Avrupa Topluluğu, 2007 yılında 27 üyeli, ekonomik ve parasal birlik, ortak dış politika, Schengen ortak dolaşım alanı gibi politikaları gündemine almış bir Birlik haline gelmiştir. Çok sayıda üyeden oluşan bir Birlik içinde oydaşmanın sağlanması ve etkin bir karar alma sürecinin gerçekleştirilmesinde güçlüklerle karşılaşılmaktadır.
Üye devletlerin nasıl bir AB görmek istedikleri ile ilgili görüşleri de birbirinden farklıdır. Örneğin, İngiltere genellikle ‘hükümetlerarası’ dediğimiz daha gevşek ve ticari alanla sınırlı olan bir AB’den yana iken, Almanya gibi bazı ülkeler federal niteliklere sahip bir AB yönetişimini savunmaktadır. Bu farklılıkları uzlaştırmak her zaman mümkün olamamaktadır.
80’li yılların sonundan beri çeşitli zamanlarda çeşitli ülkelerin AB’nin yeni politika alanlarına katılmamayı seçtikleri görülmüştür. Örnek olarak İngiltere’nin 1989’da Avrupa sosyal Şartı’na taraf olmaması, İngiltere, Danimarka ve İsveç’in Ekonomik ve Parasal Birlik’e katılmamaları, İngiltere, İrlanda ve Danimarka’nın Özgürlük, Güvenlik ve Adalet Alanı ile ilişkili olmakla beraber, bazı uygulamaların dışında kalmaları sayılabilir.
Bugün görülen durum da aslında geçmişe, daha eskiye dayanan bir gelişmenin devamıdır. “Çok vitesli Avrupa”, “esnek entegrasyon”, “À la carte Avrupa” gibi bazı kavramlarla tanımlanan bu modele göre AB ilerlerken bütüncül entegrasyon yerine her üye devleti içine almayacak, Üye Devletlerin kendi isteklerine veya kapasitelerine göre farklı politika alanlarında yer alabileceği –bunu bazen kendilerinin seçebileceği, bazen de kriterleri yerine getirmek suretiyle dahil olabilecekleri- bir bütünleşme yapısı ortaya çıkacaktır.
Ancak burada bu modelin büyük bir hassasiyetle oluşturulması gerektiğini belirtmekte fayda var. Muhakkak ki, AB ileri giderken, mümkün olan en çok sayıda üye devletin katılıyor olması büyük önem taşımaktadır. Aksi takdirde, bu durum merkezkaç eğilimleri güçlendirerek AB’nin geleceğini tehlike sokabilir.
Merkel ve Sarkozy öncülüğünde geçtiğimiz haftalarda alınan kararlara bakacak olursak, İngiltere hariç neredeyse tüm Üye Devletlerin Avro krizine karşı alınacak önlemlere ve Antlaşma revizyonuna onay verdiği görülmektedir. Bu şekilde bir veya iki devletin yeni hamlelerin dışında kalması mümkün olabilir. Çünkü aksi takdirde AB’nin ileriye doğru adım atması mümkün olmayacaktır. Ancak bu tür yeni girişimlerin ve Antlaşma revizyonlarının tüm üye devletleri kapsamına alması ve dışarıda kalanların eğer zorunlu ise bir veya iki ülke ile sınırlı kalması kural olmalıdır.
Burada şunu da vurgulamakta yarar var. Bazı politikalara katılım tedrici bir süreç sonucunda da olabilir. Örneğin, 2004 yılında AB üyesi olan ülkelerin bir kısım hala Avro alanına dahil değildir. Ancak kriterleri karşıladıkları ölçüde bu alana girmektedirler. Yukarıda değindiğim gibi 1989’da Avrupa Sosyal Şartı’na girmeyen İngiltere, 1998 yılında İşçi Partisi hükümeti döneminde şerhini kaldırmış ve Şart’a taraf olduğunu açıklamıştır. Yani başlangıçta bir Üye Devlet yeni bir politika alanının dışında kalsa bile, belirli bir zaman sonra diğer üye devletlere katılabilmektedir. Eğer AB aldığı önlemlerde başarılı olup da, güçlü bir Avro alanı tesis ederse, belirli bir zaman sonra bunun İngiltere’yi de cezbedeceği ve Avro alanına girmenin kendi çıkarlarına daha uygun olacağı kararını vereceği beklenebilir.
Avrupa’daki yeniden yapılanma sürecinde Türkiye’nin AB ile kurduğu ilişkinin niteliğinde değişiklik beklenmeli midir?
Avrupa’da bir yeniden yapılanma süreci yaşanmaktadır. AB bugüne kadarki en önemli kazanımlarından biri olan Ekonomik ve Parasal Birlik’i güçlü ve krizlere karşı dayanıklı hale getirmeye çalışmaktadır. Bu da karar alma sürecini efektif hale getirmeyi ve tam anlamıyla ortak hareket eden, ortak kurallara tabi olan ve bu ortak kurallara uyulmadığı takdirde üyelere yaptırımların uygulanabileceği bir birliği oluşturmayı gerektirmektedir.
Her şeyden önce AB ile yakın ticari ve ekonomik ilişkileri olan Türkiye için bu süreci desteklemek önem taşımaktadır çünkü zayıf bir AB Türkiye’nin de yararına olmayacaktır.Türkiye’nin yapması gereken bu süreci yakından takip etmek ve yapıcı bir şekilde AB’nin geleceğine yönelik önerilerini gündeme getirmektir. Türkiye AB’nin rakibi değil, AB ile ekonomik ve siyasi alanda ortak çıkarlar paylaşan bir aday ülkedir. Türkiye’nin hedefi AB üyeliği olmuştur ve olmaya devam edecektir.
AB ile gümrük birliğinin yanında pozitif gündem olarak adlandırılan dış politikada işbirliği, vize kolaylaştırma gibi bazı alanlarda ortaklık ve yakın işbirliği önerileri üyeliğin alternatifi olamaz. Türkiye’nin hedefi bugün 500 milyon kişiyi barındıran bir büyük pazar ve dolaşım alanına sahip olan AB’nin karar alma sürecinde etkin rol oynayan, AB ticaretini, ekonomisini, dış politikasını şekillendiren lider bir Üye Devlet olmaktır.
Avrupa Komisyonu tarafından ortaya konan ‘pozitif gündem’, sizce yeterince altı doldurulmuş ya da doldurulabilecek bir kavram mıdır? ‘Pozitif gündemden’ beklentiler nelerdir?
Pozitif gündemin içeriği henüz yeterince belirgin değildir. AB yetkilileri de bunun üyeliğe alternatif olmadığını ve sadece Türkiye’nin AB müzakere sürecindeki tıkanıklıktan bir çıkış olarak önerildiğini öne sürmektedir. Öte yandan, Avrupa’da bazı çevreler bu pozitif gündem girişiminin, daha önce gündeme gelen ve Türkiye tarafından reddedilen imtiyazlı ortaklık fikrinin şimdi farklı bir kisve altında ortaya çıkması olarak görmek isteyebilirler. Yani “imtiyazlı ortaklığı kabul ettiremedik, onun yerine pozitif gündem adı altında kabul ettirebiliriz” diyebilirler.
Pozitif gündem henüz net olarak şekillenmemiştir. İçeriği Türk ve AB yetkilileri tarafından belirlenecektir. Bunu yaparken dikkatli olunması gerekmektedir. İlişkilerin tamamen donmaması için bu şekilde bir formül yararlı olmakla birlikte, iki tarafın da enerjisini daha çok müzakere sürecini rayına sokmaya odaklaması daha uygun olacaktır.
Haber için tıklayınız.